Sual: Bazı kimseler, "Müslümanlıkta hep ibadet olduğu, fenne gereken önem verilmediği için, Müslümanlar arasında fen adamı çıkmamıştır. İslam dini, fenne önem verseydi, Müslümanlar arasından da Edisonlar, Pastörler çıkardı" diyorlar. Neden Müslümanlardan fen adamları çıkmamıştır?
CEVAP
İslam dini, bütün yenilikleri emreden bir dindir. İşte bundan dolayı ilim adamlarına çok önem verilmiş, ilmi, fenni ve teknik araştırmalar yapılmış, Müslümanlar tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, tarihte, edebiyatta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlak ve sosyal bilgilerde, en üstün dereceye varmışlardır.
Batının bugün dahi büyük saygı ile andığı kıymetli bilginler, mütehassıslar, üstadlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyetin önderi olmuşlardır. O zaman; yarı vahşi olan Avrupalılar, en modern bilgileri İslam üniversitelerinde öğrenmişler, hatta Papa Sylvester gibi, hıristiyan din adamları bile Endülüs Üniversitelerinde okumuştur.
Bugün bile, hâlâ Avrupa dillerinde kimyaya “Chemie” ve cebire [Arapça El-cebir kelimesinden]
"Al-gebra" adı verilmektedir. Çünkü bu ilimler, önce Müslümanlar tarafından dünyaya öğretilmiştir. Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi dümdüz ve etrafı duvarlarla kaplı zannederken, Müslümanlar, ilk olarak, dünyanın küre şeklinde olduğunu ve döndüğünü buldular.
Dünyada ilmin öncüleri olan ve İslam kültürü ile yetişen ilim adamları çoktur. Bazıları şunlardır:
Ali Kuşcu, büyük astronomi âlimi, ilk defa Ayın şekillerini anlatan kitap yazdı.
Almar, ilk defa katarakt ameliyatını gerçekleştirdi.
Battani, dünyanın en meşhur astronomi âlimi ve trigonometrinin kaşifidir.
Biruni, dünyanın döndüğünü ve yerçekimini Newton’dan önce ispat etti.
Cabir bin Hayyan, atom bombası fikrinin ve kimya ilminin babası olan büyük dahidir.
Cezeri, 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır.
Demiri, Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.
Ebu Bekir Razî, o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı hastalıklar olduğunu ilk defa bulan tabiptir.
Ebu Kâmil Şuca, Avrupa’ya matematiği öğretmiştir.
Ebül-Vefa, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir.
Farabi, ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır.
Fatih Sultan Mehmed, havan topunu keşfetmiştir.
Gıyasüddin Cemşid, matematikte ondalık kesir sistemini ilk defa bulmuştur.
Huneyn bin İshak, göz doktorlarının babası sayılır.
İbni Cessar, cüzzamın sebebini ve tedavilerini 900 sene önce açıklamıştır.
İbni Firnas, Wringt kardeşlerden bin sene önce ilk uçan aracı yapıp uçmayı gerçekleştirmiştir.
İbni Haldun, tarihi, ilim haline getirmiş, sosyolojiyi kurmuştur.
İbni Hatib, vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır.
İbni Karaka, dokuzyüz yıl önce harika bir torna tezgahı yapmıştır.
İbni Sina, hastalıkların mikroplardan geldiğini ilk bulan hekimdir.
İbni Türk, cebirin temelini atan bilginlerdendir.
Kadızade Rumi, yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uygulamıştır.
Kambur Vesim, verem mikrobunu R. Koch’dan 150 sene önce keşfetmiştir.
M. Akşemseddin, Pasteur’den 400 yıl önce mikrobu buldu.
Nurüddin Batruci, Endülüs İslam üniversitesinde astronomi profesörü idi. Güneş merkezli sistemi Kopernik’ten önce o kurdu.
Piri Reis, 400 sene önce bugünküne çok yakın dünya haritasını çizmiştir.
Uluğ Bey, çağının en büyük astronomudur.
Lagari Hasen Çelebi, füzeciliğin atasıdır. Osmanlılarda ilk defa füzeyle uçan budur.
Fen bilgilerinin temeli
Avrupalı, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslam kitaplarından aldı. Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrafı duvar çevrili zannederken, Müslümanlar dünyanın yuvarlak olup, kendi etrafında döndüğünü biliyorlardı. Hatta Musul’un Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek, bugünkü gibi buldular. (Şerh-i Mevakıf)
Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü, Müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, suç sayıldı. İslam hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitabı olarak dünya üniversitelerinde okutulmakta idi. Batı’da akıl hastaları şeytan tarafından tutulmuş kimseler olarak canlı canlı yakılırken, Müslüman ülkelerinde özel akıl hastaneleri kurulmuştu.
Fen, olayları görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak demektir ki, bu üçünü de dinimiz emretmektedir.
İslam ilimleri iki kısımdır:
1- Din bilgileri,
2- Fen bilgileri. İslam âlimi olmak için her ikisini de öğrenmek gerekir. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her Müslümana farz-ı ayndır. Fen bilgilerine, sanata ve en modern harp silahlarını yapmaya uğraşmak, farz-ı kifayedir. Bu iki farzı yerine getiren millet, muhakkak ilerler, medeni olur. Bir âyet-i kerime meali:
(İsteyene dünya nimetlerini; isteyene ahiret nimetlerini veririz.) [Şûrâ 20]
İstemek, sebebe yapışmak, yani çalışmakla olur. Allahü teâlâ, çalışanlara dilediklerini vereceğini vaad ediyor. Müslüman olsun olmasın, çalışan herkese, vereceğini bildiriyor. Amerikalılar, Japonlar böyle çalıştıkları için dünya nimetlerine kavuşuyorlar. Ortaçağdaki Müslümanlar, böyle çalıştıkları için, medeniyet rehberi olmuşlardır. Abbasiler ve Osmanlılar son zamanlarında, yabancıların tesirleriyle, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten mahrum edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü.
İslamiyet, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Hıristiyanlar ve bütün gayrimüslimler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Önceki neslin yaptıklarını, ufak tefek ilavelerle, tekrar yapıyorlar. Öncekiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. (Tekmil-i sinaat telahuk-ı efkar iledir) sözü asırlarca önce söylenmiştir. Yani sanatın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur.
Fendeki yenilikler
Tarih gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep Müslümanlar yaptı. Fen bilgilerini, fen aletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu terakkilere, hep İslam dini ve bu dini tatbik eden İslam devletleri sebep oldu. Yabancılar, savaşlar ile İslam devletlerini yıkamadıkları için, siyasi oyunlarla, yalanlarla, hilelerle, içerden yıktılar. Bunların topraklarında, muhtelif rejimler kurdular. Fakat, İslamiyet’i yok edemediler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşiflere, ilaveler yaparak bugünkü terakkiyi kendilerine mal ediyorlar. Yalnız kendi keyiflerini, zevklerini, menfaatlerini düşünenler kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve sanatı emreden İslamiyet’e gericilik diyorlar. Yahudiler, hıristiyanlar, hatta başka din mensupları da Cennete, Cehenneme inanıyor, mabedleri dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, sanata değil, zevk ve safaya, ahlaksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor.
Şimdi Müslümanların İslamiyet’in emrettiği, fen bilgilerine de sarılmaları, yine büyük sanayi kurarak yeni aletler yapmaları, bütün insanlığı saadete kavuşturmaları gerekir.
Fennin ilerlemesi ve dinimiz
Sual: İslamiyet’in fen bilgilerine bakış açısı nasıldır? Fen ilerledikçe dinin zayıflayacağı doğru mudur?
CEVAP
Kesinlikle yanlıştır. İslami ilimler, (Akli ilimler) ve (Nakli ilimler) olmak üzere ikiye ayrılır:
Nakli ilimler, aklın ve dimağ gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, (edille-i şeriyye) denilen dört kaynaktan meydana çıkmıştır. Bunlara (Din bilgileri) denir.
Akli ilimler, his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe edilerek ve hesaplanarak elde edilir. Bu ilimler, nakli ilimlerin anlaşılmasına ve tatbik edilmesine yardımcıdır. Öğrenilmeleri farz-ı kifayedir. Bu ilimler, matematik, mantık ve bütün tecrübi ilimlerdir. Bunlara (Fen bilgileri) de denir. Demek ki (fen bilgileri) İslami ilimlerin bir koludur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hikmet, yani fen ve sanat müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alması gerekir.) [İbni Asakir]
Bir İslam şehrinde, fennin yeni bulduğu bir alet, bir vasıta yapılmayıp, bu yüzden bir Müslüman zarar görürse, o şehrin idarecileri mesul olur. Fennin ilerlemesi, her yeni buluş, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha fazla meydana çıkarmakta, İslamiyet’i desteklemektedir. Büyük İslam âlimi Seyyid Şerif Cürcani hazretleri buyuruyor ki:
(Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamaya çok yardım eder.)
İmam-ı Gazalî hazretleri de buyuruyor ki:
(Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini iyi anlayamaz.)
Kadi Beydavi hazretleri, Neml suresindeki (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, Halbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir) âyet-i kerimesini açıklarken dünyanın nasıl döndüğünü açıklamaktadır.
İmam-ı Razi hazretleri de, Enbiya suresinin 33. âyet-i kerimesinin tefsirinde; ayın, güneşin, yıldızların mihverleri ve yörüngeleri etrafında döndüklerini daha önceki âlimlerden alarak bildirmektedir. Fen adamları, İslam kitaplarını okuyunca Kur'an-ı kerimin her tecrübeyi, her buluşu, daha önceden aynen haber vermiş olduğunu görerek hayran kalmaktadır.
Fen bilgilerini iyice tetkik eden bir fen adamının Allahü teâlânın varlığını inkâr etmesi mümkün değildir.
İnsaflı fen adamları, eğer, Kur'an-ı kerimden çıkarılan, fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu, okuyup anlasalar, hepsi de hakikati görüp seve seve Müslüman olur.
Kur’an-ı kerim mucizesi
Kur’an-ı kerimde, o zamana kadar hiç bilinmeyen hususlar zikredilmiş midir? Bunu tetkik edelim:
Bugün dünyamızın nasıl meydana geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitaplarında şu malumat vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kâinat [Evren] bir tek parçadan ibaret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilak oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihayet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyareler [gezegenler] ve ayrı ayrı galeksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydana getirdiler. Artık Fezada [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukavemet kalmadığından, bu seyyareler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezada kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devr etmeye [dönmeye] ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde güneşin de bulunduğu bir galeksidir. Kâinatta sayılamayacak kadar çok galeksiler vardır. Kâinat, gittikçe genişleyen bir manzume [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaktadır. Çünkü, Kâinat, genişlemektedir. Bir kere, süratleri ziyanın süratine varırsa, artık öteki galeksileri görmemize imkan kalmayacaktır. Şimdiden, daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecburuz. Zira, bir müddet sonra, onları göremeyeceğimizden korkmaktayız) diyorlar.
Kendileri ile görüştüğümüz fen adamlarına, (Bu neticeye ne zaman vasıl oldunuz?) dediğimiz zaman, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünya fen adamları bu kanaatlerde birleşmiştir) demektedirler. 50-60 sene, dünya hayatında çok kısa bir fasıladır.
Şimdi hemen bu hususta âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım:
(İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
(İnkâr edenlere bir delil de, gecedir. Biz, ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner.) [Yasin 37,38]
Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın yaratılışını bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir.
Şimdi yine fen adamlarına dönelim:
Biyologlar: (Bugün hayatın nasıl meydana geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların tesirleri ile bunlardan amino-asitler meydana geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amibler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir) diyorlar.
Şimdi, âyet-i kerimelerde ne buyurulduğuna bakalım:
(İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
(İnsanı sudan [meniden] yaratarak erkek ve kadın akrabalar yapan Allah’tır.) [Furkan 54]
(Yerin yetiştirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allahü teâlâ her türlü ayb ve noksandan münezzehdir.) [Yasin 36]
Burada, nebatatı ve hayvanatı tetkik edenlere ve bunların yanında (Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına imalar, işaretler vardır. Nitekim âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işaretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sahipleri] için ibret vardır.) [Rum 22]
Demek oluyor ki, (lisan ve renk farklarında) henüz bizim bugün daha bilemediğimiz bazı incelikler vardır. Bunlar zamanla meydana çıkacaktır.
Şimdi, dünyanın sonu hakkındaki malumatımızı tetkik edelim. Fen adamları, (Dünyanın muhakkak sonu gelecektir. Nitekim, kâinatta bazen bir seyyare parçalanıp ortadan kaybolmaktadır. Bizim tetkiklerimize göre, dünyamız, önceden kat’i olarak hesap edemediğimiz bir zaman sonra, muvazenesini kaybederek param parça olacaktır) demektedirler. Halbuki bunu Kur’an-ı kerim bize 1400 sene evvel bildirmiştir. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman.) [Zilzal 1,2]
(Size, [varlığına ve birliğine delalet eden] âyetlerini, mucizelerini gösteren, size gökten rızk indiren Odur. Bu âyetlerden, işaretlerden Allah’a inananlardan başkası ibret almaz.) [Mümin 13]
Buradaki (gökten rızk indiren) tâbiri, çok kereler Musa aleyhisselam ve kavmi, çölde yolunu kaybettiği zaman, gökten inen (Kudret helvası) denilen ve bugün de susuz yerlerde peyda olan Manna adlı şekerli maddeyi işaret olabilir denilmiştir. Halbuki bu açıklama yanlıştır. Tefsir kitaplarında, âyet-i kerimedeki (Size gökten rızk indiren) mealindeki kısım, (Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutubet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsir buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakikaten semadan indirmektedir.
Bunu biraz izah edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyada albüminlerin, proteinlerin nasıl meydana geldiğini şöyle izah etmektedir: (Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesirleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydana getirmekte, bu gaz tekrar oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesiri ile havadaki rutubet ve azottan, amonyak meydana gelmektedir. Azot dioksid ise, rutubetin tesiriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hasıl olmakta, meydana gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmektedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmekte, bu tuz da nebatat [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebatatı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekte ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir. O halde, insanların rızkı, Kur’an-ı kerimde bildirilmiş olduğu gibi, semadan gelmektedir.)
Son olarak, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi olduğuna dair, herkesin bildiği bir olayı, bir hakikati burada tekrar hatırlatalım:
Müslümanlığı tercih edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı, dünyanın en meşhur denizaltı kâşiflerinden Fransız ilim adamı Kaptan Kusto yer alıyor.
Televizyonda yayınlanan Yaşayan Deniz programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine asıl sebep olan vak’anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tespit ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kur’an-ı kerimde beyân buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.
Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkik etmeye başladık. Evvela, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtiva ettiği canlıları tespit ettik. Aynı tetkikatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitarık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsavi, hiç olmazsa yakın olması icap ediyordu. Halbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi hassasını koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım [İslamiyet'i seçerek Müslüman olan] Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kudsi kitabı Kur’an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’an-ı kerimde açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’an-ı kerimin (Allah kelamı) olduğuna inandım. Hak din olan İslamiyet’i seçtim.)
Birbirine karışmayan iki denizin bulunduğu hususunda birkaç âyet-i kerime vardır:
(Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizin arasına bir engel, aşılamaz bir serhat koyan Odur.) [Furkan 53]
(İki deniz, birbirine bitişik iken, [Rabbinizin koyduğu engel ile] birbirine karışmaz.) [Rahman 19, 20]
(...iki deniz arasına perde koyan...) [Neml 61]
(İki denizden biri tatlıdır, harareti keser, içimi kolaydır. Diğeri de tuzludur, boğazı yakar.) [Fatır 12]
Yukarıdaki bilgileri, (Kur’an-ı kerimde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşlarıyla kendi yazdı) diyenlere cevap olarak yazıyoruz.
İslam âlimleri, tefsir ilminin mütehassısları, âyet-i kerimeleri, zamanlarındaki fen bilgilerine göre tefsir etmişlerdir. Biz burada, Kur’an-ı kerimin her asırdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşiflere de muvafık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerimenin birçok, hatta sonsuz manası vardır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur. Bu manaların hepsini, ancak Kur’an-ı kerimin sahibi, yani Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir. Bu mübarek Peygamberi de, münasip gördüklerini Eshabına haber vermiştir. Yukarıda verdiğimiz malumat, o manalar deryasından birkaç damla olabilir kanaatindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acaba bu hakikatleri bundan tam 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zat düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakikatlere varmak için, insanlar sayısız kitaplar okumuşlar, sayısız tecrübeler yapmışlar ve ancak asırlardan sonra, bu hakikatlere varmışlardır. Bu tecrübeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, muazzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassas aletleri hazırlamak ve kullanmak icap eder) diyeceklerdir.
O halde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve tamamen cahil bir muhitte yetişen bir zatın, böyle muazzam ilmi hakikatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbette ki düşünülemez. O halde, Kur’an-ı kerimin Muhammed aleyhisselam tarafından yazıldığı iddiasını yapmak hiçbir bakımdan doğru değildir. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakikatleri bize 1400 sene evvel bildiren bir kitab, ancak Allahü teâlânın Kitabı olabilir. Böyle muazzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak Allahü teâlâda vardır. Yukarıdaki hususları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacaktır. Buna inanmamak taassup, inatçılık ve cahillik olur. Muhammed aleyhisselam Kur’an-ı kerim surelerini neşr ederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahiy ettiği sözleri nakil ediyor, bunları O da, diğer insanlarla birlikte öğreniyordu.
İslami ilimler ikiye ayrılır
Sual: "Dini, ilmi, edebi ve ahlaki yayın" gibi tabirler kullanılıyor. Din ile ilim ayrı mıdır?
CEVAP
Böyle konuşup yazanlar, ya dinimizi iyi bilmiyorlar veya mezhebi kabul etmiyorlar.
İslami ilimler ikiye ayrılır:
1- Nakli ilimler. (Tefsir, kelam, hadis, fıkıh ilmi gibi.)
2- Akli ilimler. (Matematik, edebiyat ve mantık ilmi gibi.)
Görüldüğü gibi, bütün ilimler, İslam bilgileri içinde incelenir. Dini, ilimden ayıranlar, Batılı yazarların tesiri altında kalan kimselerdir. Dinimizde ahlak da var, edep de var, edebiyat da... Bu bakımdan "Dini, ilmi, edebi, ahlaki yayın" tabiri doğru değildir. Dini denilince, diğerleri kullanılmaz. Dini kelimesi kullanılmadan diğerlerinin hepsini kullanmakta mahzur yoktur.
İslamiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur'an-ı kerimin birçok yeri, ilmi emretmekte, ilim adamlarını övmektedir. Mesela Kur'an-ı kerimde mealen (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurulmaktadır. (Zümer 9)
Peygamber efendimizin ilmi öven ve teşvik buyuran sözleri o kadar çoktur ve meşhurdur ki, gayrimüslimler dahi bunları bilmektedir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İlim, Çin’de de olsa alınız!) [Beyheki]
(Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız!) [Şir’a]
(Bilerek yapılan az bir ibadet, bilmeyerek yapılan çok ibadetten daha iyidir.) [Hakim]
(Şeytanın bir âlimden korkması, cahil olan bin âbidden korkmasından daha çoktur.) [Beyheki]
(İlim, benim ve diğer Peygamberlerin mirasıdır. Kim bana mirasçı olursa, Cennette benimle beraber olur.) [Deylemi]
(İlimle az amel faydalı olur, ilimsiz çok amelin kıymeti olmaz.) [Deylemi]
İslam dininde kadın kocasının izni olmadan nafile hacca gidemez. Sefere çıkamaz. Fakat kocası öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, kendisi için lüzumlu olan ilmi öğrenmeye gidebilir.
Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevdiği, büyük ibadet olan hacca izinsiz gitmesi günah olduğu halde, ilim öğrenmeye izinsiz gitmesi günah olmuyor. Hadis-i şerifte (Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruldu. Burada da, dinimiz ilmi emretmektedir. (Herkese Lazım Olan İman)
Dinimizin tecrübeye verdiği önem
Sual: Peygamberimiz dünyaya ait, fenne ait işlerde, (Dünya işini siz daha iyi bilirsiniz) buyuruyor. Peygamber efendimiz dünya işlerinden anlamıyor muydu?
CEVAP
Elbette anlardı ve daha iyisini de bilirdi. Ancak tecrübeye önem verilmesi için öyle buyurmuştur. (Dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz) demek, dünyanıza faydalı olan şeyleri bulup yapmanız için benim bildirmeme lüzum yoktur demektir. Dini vazifelerinizi, ibadetlerinizi bilemezsiniz. Onları benden öğreniniz demektir.
Allahü teâlânın, insanlara olan nimetlerinin, ihsanlarının en büyüğü, Peygamberler göndermesidir. Peygamberler göndererek, razı olduğu ve razı olmadığı şeyleri bildirmiştir.
Peygamberler, fen bilgilerini öğretmediler. (Bunları akıl ile araştırınız, bulunuz, faydalı işlerde kullanınız) dediler. Kendileri de, kendi zamanlarında bilinen fen vasıtalarını yaptılar ve kullandılar. Daha fazlasını ve yenilerini yapmakla uğraşmadılar. Bunları yapmayı başkalarına bıraktılar. Kendileri, Allahü teâlânın bildirdiği dinleri yaymaya, öğretmeye uğraştılar.
Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize sordu:
- Yemen’e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medine’deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemen’de gördüğümüz gibi aşılayıp da, daha iyi ve daha bol mu elde edelim?
Resulullah efendimiz bunlara şöyle diyebilirdi:
- Biraz bekleyin! Cebrail aleyhisselam gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veya, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim.
Ama böyle demedi. Buyurdu ki:
- Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın usulü ile, başka ağaçları da, Yemen’de öğrendiğiniz usul ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usul ile yapın!
Yani tecrübeyi, fennin esası olan tecrübeye güvenmeyi emir buyurdu. Kendisi melekten anlar veya mübarek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyamete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işaret buyurdu.
Din âlimlerinin vazifesi de dünya işlerini öğretmek değildir. Yani Müslümanlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları gibi, içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları ihtiyaçlarını, menfaatlerini, kısacası tabii vazifelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen... gibi nasihatleri hayvanlara bile bildirmeye lüzum yoktur. Din âlimlerinin vazifesi dünya menfaatlerini elde ederken, ahireti unutmamak, hak ve adaleti gözetmek, nefse uymamak ve çalışırken, Allah’a güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi kuvvetine manevi bir kuvvet de eklemek gibi faydalı ve ışıklı yolları insanlara göstermektir.
Fen ve gelişmeler
Sual: Fennin dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Fen bilgilerine, sanata ve en modern harp silahlarını yapmaya uğraşmak, farz-ı kifayedir. Yabancılardan daha çok çalışmamızı dinimiz emretmektedir. İslamiyet, fenni, tecrübeyi, müsbet çalışmayı emreden dinamik bir dindir.
Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslam kitaplarından aldılar. Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrafı duvar çevrili zannederken, Müslümanlar dünyanın yuvarlak olup, kendi etrafında döndüğünü biliyorlardı. Hatta Musul civarındaki Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek bugünkü gibi buldular. Şerh-i mevakıf ve Marifetname kitapları, bunları uzun olarak yazmaktadır.
Nurüddin Batruci, Endülüs İslam üniversitesinde astronomi profesörü idi. El-hayat kitabında, bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü, Müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papazlar tarafından muhakeme yapılıp, hapis edildi.
Eski İslam medreselerinde ayrıca fen dersleri vardı. Endülüs medreseleri bu hususta bütün dünyaya rehber olmuştu.
Hastalıkların mikroplardan geldiğini ilk bulan, İslam medeniyetinin yetiştirdiği İbni Sinadır. Bundan 900 sene önce (Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki bunları görecek bir aletimiz yoktur) demiştir. Büyük İslam hekimlerinden Ebu Bekr Razi, ilk defa olarak o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu bulmuştur. Bu İslam hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitabı olarak bütün dünya üniversitelerinde okutulmakta idi. Batıda akıl hastaları şeytan tarafından tutulmuş kimseler olarak canlı canlı yakılırken, doğuda Müslüman ülkelerinde bunların tedavisi için özel hastaneler kurulmuştu.
Bugün, aklı başında olan herkes, maddi ilim ile fennin önce Müslümanlar tarafından kurulduğunu kabul etmektedir. Batılı ilim adamları da, bunu tasdik etmektedirler. İslam ülkelerine sızarak ve Müslüman görünerek, sözlerini dinletmek imkanını bulan bazı yabancılar, fennin yeni buluş ve imkanlarını yaptıkları yeni silahları anlatıp Bunlar gavur icadıdır, bunları kullananlar kâfir olur diyerek, cahilleri aldattılar. Allahü teâlânın (Her şeyi öğreniniz!) emrini unutturdular. Bu hâl, Müslümanların ilimde ve fende geri kalma sebeplerinden biri oldu. Batı, yeni alet ve silahlarla üstünlük kazandı. Yabancılar, bir taraftan Müslümanları böyle aldattılar, diğer taraftan Müslümanlar fenni beğenmiyor, maddi ilimleri istemiyorlar, Müslümanlık gericiliktir, yobazlıktır diyerek, gençleri İslamiyet’ten ayırmaya, İslamiyet’i içerden yıkmaya çalıştılar. Dinimizi iyi öğrenirsek, onların tuzağına düşmekten kurtuluruz.
Hastalıktan korunmak
Sual: Bugün batı, tıp ilminde ileri gittiği halde, AIDS gibi hastalıklara maruz kalmalarının sebebi nedir?
CEVAP
Orta çağda, büyük tıp âlimleri, yalnız Müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs’e tıp tahsil etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, Müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak Çiçek aşısını bulan kimse unvanını aldı. Halbuki, tam bir zulmet diyarı olan o zamanki Avrupa’da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı On beşinci Louis 1774’de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman veba ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon 1798’de Akka kalasını muhasara ettiği zaman, ordusunda veba zuhur etmiş ve hastalığa karşı çaresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir:
(Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Önce dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihayet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar dua ederek ve bizden hiç bir ücret almadan yanımızdan ayrıldılar.)
Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar batılılar hastalıklara karşı tamamen çaresizdi ve ancak sonradan Müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak [dinimizde emrolunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıp ilmini öğrendiler.
Hakiki Müslüman, hem temiz olur, hem de, sıhhatine çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşitli tehlikeleri ve zararları olduğu bugün açıkça ispat edilen domuz etini yemez. Livata yapanlarda AIDS ismindeki bulaşıcı hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tespit edilmiştir.
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısımdır: Biri hijyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, arızalı, çürük kalır. İşte İslamiyet, tababetin birinci vazifesini, hijyeni garanti etmiştir.
Peygamber efendimiz, Rum imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, (Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!) dedi. Resulullah efendimiz kabul buyurdu. Emir eyledi, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Peygamber efendimiz, (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikram etmek, Müslümanların vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshabım hasta olmaz! İslam dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshabım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
Bunu söylemekle Müslüman hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir Müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve herhangi sebeple veya bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak Müslümanlıkta emredilen hususlara ve temizliğe riayet sayesinde olur.
Matbaanın geç gelmesi
Sual: Bir yabancı, (O zaman Anadolu Müslüman olduğu için matbaa geç geldi, bundan dolayı da bilimde geri kalındı) diyor. Matbaa Türkiye’ye niçin geç girdi?
CEVAP
Matbaanın geç gelmesiyle Müslümanlığın hiçbir ilgisi yoktur. Yeni keşfedilen bir aletin hemen bütün dünyaya yayılması nasıl beklenebilir? Bu alet önce defalarca tecrübe edilir, eksiklikleri tespit edilip giderilir, sonra ilk olarak keşfedildiği ülkede yaygınlaşır, daha sonra zamanla diğer ülkelerde yayılır. Mesela televizyon 1920’li yıllarda keşfedilmiş ve ilk TV yayınları İngiltere’de yapılmıştır. Türkiye’de ise ilk televizyon yayını 1968’de başlamıştır. Bu dönemde Türkiye, İslamiyet ile idare edilmiyordu. Suçu Müslümanlığa bulmak çok yanlış olur. Buna rağmen yarım asırlık bir gecikme olmuştur ki, o tarih için, teknolojinin ilerlediği bir dönemde hiç de küçümsenecek bir gecikme değildir. Yabancının maksadı matbaanın geç gelmesi değil, bir bahane bulup Müslümanlığı kötülemektir.
Matbaacılığın Türkiye’ye gelmesinin gecikmesine, kitaplar matbaa ile basıldığı takdirde işsiz kalacaklarından korkan kitap müstensihleri, yani para karşılığında kitap yazanlar da sebep olmuştur. Bunlar, matbaanın Türkiye’ye gelmemesi için çeşitli propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bab-ı âli’ye kadar yürümüşlerdir. Hatta bazı cahillerden faydalanarak bunların, (Matbaacılık İslamiyet’e aykırıdır) şeklinde konuşmalarını sağlamışlardır.
Bu kimselerin İslamiyet’i şahsi menfaatlerine alet etmek istediklerini gören Osmanlı Padişahı sultan üçüncü Ahmed Han, sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın da yardımı ile bu işi halletmek için, İslam dininin en büyük reisi olan Şeyh-ül-İslam’dan matbaacılık hakkında bir fetva istemiştir. O zamanki Şeyh-ül-İslam Abdullah Efendi tarafından verilen fetvada, (İlim, fen ve ahlak kitaplarını, matbaada, az zamanda ve kolaylıkla çok kitap basmak, faydalı kitapların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına sebep olacağı için, matbaa yapılması caiz ve güzeldir) denilmiştir. (Behcet-ül-fetava s.262)
O zamanın Müslümanları buna mani olsa bile, suçu, mani olanlara mı, yoksa Müslümanlığa mı yüklemek gerekir? Daha sonra Anadolu’ya matbaa girdiğine göre Müslümanlığa suç bulmak çok yanlıştır, kasıtlıdır.
Matbaa 1447’de keşfedilmiş ve Türkiye’de ise bu tarihten yaklaşık 200 sene sonra kullanılmaya başlanmıştır. O tarihte haberleşme ve ulaşım vasıtalarının ne kadar zayıf olduğu ve yukarıda bildirilen diğer sebep de düşünülürse, bu gecikmenin İslamiyet ile hiç ilgisinin olmadığı anlaşılır.
Matbaanın bilime elbette katkısı vardır; fakat matbaa ile bilim arasında direkt bir bağlantı kurmak da doğru olmaz. Matbaa keşfedilmeden önce de, birçok keşifler yapılmıştır. Şu anda matbaa her yerde kullanıldığı, hatta diğer haberleşme ve ulaşım vasıtaları da hızla geliştiği halde teknolojide geri kalmış birçok ülke vardır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, (Matbaa, Anadolu o zaman Müslüman olduğu için Türkiye’ye geç geldi) demenin de, (Matbaanın geç gelmesi geri kalmamıza sebep oldu) demenin de kasıtlı bir iddia olduğu meydandadır.
Sual: Müslümanların ve Müslüman ülkelerin geri kalmasının ve bugünkü perişan hâle gelmesinin sebebi ne olabilir?
CEVAP
Tarihin her devrinde, türlü kanı taşıyan, çeşitli dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veya fikir etrafında toplanıp, birer imparatorluk kurduklarını görüyoruz. Böyle kurulan imparatorluk veya devletlerin en büyüğüne, en güzeline Orta Çağ'da rastlıyoruz. Hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan İslâm dininin güzel ahlakı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleştiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakta tutan temel, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adalet, iyilik, saygı gibi esaslardı. Osmanlıyı, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman’ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları İslâm dininin, ruhu ve bedeni geliştiren ışıklı yolu idi.
Emeviler, İslâm dinini, İspanya'dan, Avrupa’ya soktu. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, Batı'ya ilim ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müspet ilerlemenin temelini koydu. Dünya yüzündeki ilk üniversitenin, Fas’ın Fez şehrinde bulunan Kureviyyin Üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. Fakat sonra, İslâm ahlakını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hatta Ehl-i sünnet itikadını bozarak, İslâmiyeti içeriden yıkmak alçaklığı başladığından, Pirene Dağları'nı aşamadılar. Sözde Müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezasını buldular. İspanya faciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve iman hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazin levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı.
İşte bu devletlerde din mütehassıslarının bildirdiği belli sebeplerden dolayı, itikat bozulup, İslâmiyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı. Nihayet yıkıldılar ve İslâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü hâlini aldı.
Sual: İslâmiyete gericilik diye saldıranlar, ilerlemeyi, kalkınmayı, dini ortadan kaldırmakta mı aradılar?
CEVAP
Dinimiz, din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıştır. Din bilgilerinde, İslâm ahlakında ve ibadetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle menetmiştir. Dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Son senelerde Osmanlı devletini ele geçiren sözde aydınlar, dinimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak, din bilgilerini değiştirmeye, dinin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hatta fen bilgilerine, modern tekniğe uymak isteyen sultanları şehit ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde reform yapmakta, bölücülükte aradılar. Çok şaşılır ki, din bilgilerinin nezahetine dokunmak, son senelere kadar, siyasi partiler arasında da devam etti. Kendi partilerini desteklemedikleri için, siyasete karışmayan halis Müslümanlara kâfir diyecek kadar gafiller türedi. Allahü teâlâ, bu temiz, asil milleti böyle felakete sürükleyenlerden korudu. Yoksa, dinimizden ve güzel vatanımızdan mahrum olacak, dinsizlerin pençelerine düşecektik.
Sual: Bazı kimseler, Müslümanların fende geri kalmışlığının, İslâmiyetten kaynakladığını söylüyorlar. Bunda gerçeklik payı var mıdır?
CEVAP
Fen adamı şekline giren bazı din cahilleri, fende geri kalmayı bahane ederek, İslâm düşmanlığı yapmakta ve temiz gençleri aldatmak için; “İslâmiyet ilerlemeye mani olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor, her çeşit fen vasıtası yapıyorlar. Tıpta, harplerde, haberleşmelerde kullandıkları fen aletleri, gözlerimizi kamaştırıyor. Biz, Hristiyanlara uymalıyız” gibi yalan söyleyerek, İslâmiyetteki güzel ahlakı, kardeşliği bırakmaya ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeye ilericilik diyorlar. Gençleri de, İslâm düşmanı yapmaya, felakete sürüklemeye çalışıyorlar. Halbuki İslâmiyet, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor.
Hıristiyanlar ve bütün gayr-i müslimler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Evvelki neslin yaptıklarını, ufak tefek ilaveler ile, tekrar yapıyorlar. Evvelkiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. “Tekmîl-i sinâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir” sözü asırlarca evvel söylenmiştir. Tarih gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep Müslümanlar yapmıştır. Fen bilgilerini, fen aletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu ilerlemelere, hep İslâm dini ve bu dini tatbik eden, İslâm devletleri sebep oldu.
Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile, İslâm devletlerini yıkamadıkları için, yalanlarla, hilelerle, içeriden yıktılar ve çeşitli dinsiz kimselerle hükûmetler kurdular. Fakat, İslâmiyeti yok edemediler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşiflere, ilaveler yaparak, bugünkü ilerlemeyi kendilerine mal ediyorlar. Yalnız kendi keyiflerini, zevklerini, menfaatlerini düşünenler, kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve sanatı emreden İslâmiyete gericilik diyorlar. Bütün dünya, Cennete, Cehenneme inanıyor, kiliseler, havralar dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, sanata değil, zevk ve safaya, ahlaksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle asılsız ve haksız yalanlarla, İslâmiyete ilk saldıran İngilizlerdir. Müslümanların birleşerek, dedeleri gibi İslâmiyetin emrettiği, din ve fen bilgilerine sarılmaları, gayrimüslimlerden üstün olarak, bütün insanlığı saadete kavuşturmaları lazımdır.
Sual: Bazı kimseler, "cemiyet, toplum hayatına karışmış dinî düşünce ve metotlar, toplumun gelişmesini önleyen zincir gibidir" diyorlar. Gerçekten İslâmiyet ilerlemeye mâni midir?
CEVAP
Resulullah efendimiz; (Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerinize çalışınız!) buyuruyor. İmâm-ı Münâvî'nin bildirdiği hadis-i şerifte; (Elhikmetü dâlletül-mü'min) buyuruluyor. Yani, (Hikmet, fen bilgileri, müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyuruluyor. İslam dininin, cemiyetlerin kalkınmasını desteklediğini, medeniyete ışık tuttuğunu, dost düşman bütün ilim adamları, söz birliği ile söylemektedir. İngiliz lordlarından Lord Davenport, Londra’da basılan, İngilizce Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerim ismindeki kitabında; “İlme ve irfana, Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir” sözü ile başlayarak, İslâmiyetin cemiyetlerin ilerlemesine, yükselmesine önderlik ettiğini, vesikalarla uzun anlatmaktadır.
Amerika'da, Teksas Teknik Üniversitesi profesörlerinden, Amerikan târihçisi Dr. Kiris Traglor, 1972 senesinde büyük bir topluluğa yaptığı konuşmasında, Avrupa rönesansının ilham ve gelişme kaynağının İslâmiyet olduğunu, Müslümanların, İspanyaya ve Sicilya’ya gelerek, bugünkü modern teknik ve gelişmenin temellerini attıklarını söylemiş ve fende ilerlemenin, kimyada, tıpta, astronomide, denizcilikte, coğrafyada, kartografya ve matematikte terakki etmekle, ilerlemekle mümkün olduğunu ve bu bilgileri, Avrupa’ya, Kuzey Afrika ve İspanya yolu ile, Müslümanların getirdiklerini bildirmiştir. Eğer Müslümanlar, bilgilerini kıymetli tirşe kâğıtlara ve papirüslere yazmasalardı, bugünkü modern basın nasıl meydana gelirdi ve faydalı olabilirdi, demiştir. Bu konuşmanın metni, Pakistan’da çıkan, haftalık İslâm Dünyası gazetesinin, 26 Ağustos 1972 tarihli sayısında yayınlanmıştır. İlimde, kuru bir etiketten başka nasibi olmayan cahil bir İslâm düşmanının yalanları, bu hakikati elbette örtemez. Güneş balçıkla sıvanamaz.
Sual: Zamanımızda Müslümanların hâli ortadadır. İslâmiyet yüce bir din olduğu hâlde, Müslümanlar niçin bu perişan hâle geldiler?
CEVAP
İslâmiyet’e karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, imanını yıkmadıkça, Müslüman milleti yıkmaya, imkân yoktur. Her ilerlemenin ve yükselmenin hamisi ve teşvikçisi olan İslâmiyet’i, ilmin, fennin, yiğitliğin düşmanı gibi göstermeye yeltendiler. Genç nesillerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onları manevi cepheden vurmayı hedef edindiler. İlim ve iman silahları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış olan bazı cahiller, kafirlerin bu hücumları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir kısmı, isimlerini siper edinip, Müslüman görünerek, fen adamı, kalem sahibi ve din âlimi, hatta Müslümanların hamisi şekline girip, temiz gençlerin imanlarını çalmaya koyuldular. Kötülükleri hüner, imansızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dini, imanı olanlara gerici denildi. Din bilgilerine, İslâm’ın kıymetli kitaplarına, irtica, gericilik diyenler oldu. Kendilerinde bulunan ahlaksızlıkları, Müslümanlara, İslâm büyüklerine isnat ederek, o temiz insanları kötülemeye, evlatları babalarından soğutmaya uğraştılar. Tarihimize dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya, hadiseleri değiştirmeye kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, imandan ayırmaya, İslâmiyet’i ve Müslümanları yok etmeye çalıştılar. İlmi, fenni, güzel ahlakı, fazileti ve yiğitliği ile dünyaya şan ve şeref saçan, ecdadımızın sevgisini genç kalplere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin büyüklüğünden mahrum ve habersiz bırakmak için, kalplere, ruhlara ve vicdanlara hücum ettiler. Hâlbuki İslâmiyet’ten uzaklaştıkça, ahlak bozulduğu gibi, her asrın icab ettirdiği yeni bilgilerde, üstünlüğü kaybediyor, hatta geri kalmaya başlıyorduk. Bu maskeli dinsizler, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza, diğer taraftan, İslâmiyet’ten uzaklaşmamıza sebep oluyordu. Garb, batı sanayiine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, çöl kanunlarından kurtulmamız lazımdır, diyorlardı. Bu suretle maddi ve manevi kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki düşmanların, asırlarca yapmak istedikleri, fakat yapamadıkları kötülüğü yaptılar.
Sual: Bazı kimseler, önceki asırlarda din kitaplarının Arapça yazılmasını, Araplaştırma programı olarak değerlendirmekte ve eleştirmektedirler. Bu söylenenlerde gerçeklik payı var mıdır?
CEVAP
İslâmiyetin milliyeti temsil etmesinde, lisan birliği de akla gelir ise de, beş vakit namazda okunan ezanların ve okunan Kur'ân-ı kerimlerin bütün İslâm memleketlerinde Arapça olması, bu beraberliği de temin etmektedir. Bunun içindir ki, İslâm düşmanları, bir milleti İslâmiyetten ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değiştirmeye saldırmaktadırlar. Bir milletin dinine, imanına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan gelmektedir. Nitekim, Sicilya ve İspanya Müslümanları böylece Hristiyan yapılmıştır. Ruslar da, Türkistan’daki Müslümanların dinlerini ve imanlarını yok etmek için bu keskin silahla saldırmaktadırlar. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve toptan imha faciaları, bu keskin silah kadar tesir edememiştir.
Celal Nuri bey İttihâd-ı İslâm adındaki kitabında Müslümanlar için Arapçayı, müşterek lisan olarak tavsiye etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han da, bunun için çalışmıştı. Bunu temin etmek içindir ki, tarih boyunca bütün İslâm memleketlerinde din kitapları Arapça olarak yazılmıştı. Arapça, bütün İslâm memleketlerinde bir din lisanı olmuştur. Cennette de, herkesin Arabi konuşacağını, hadîs-i şerifler haber vermektedir. Böyle düşünmek, her Müslüman milleti Araplaştırmayı istemek zannedilmemelidir. Dünya devletleri arasında İngilizce ortak bir dil hâlini almaktadır. Buna hiçbir devlet, karşı koymuyor. Bugün ilim ve fen sahibi bir adamın, bir, hatta birkaç yabancı dil öğrenmesi zaruret hâlini almıştır. Bir hadîs-i şerifte;
(Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur) buyurulmaktadır. Bunun içindir ki, gençlerimizin Arabi öğrendikleri gibi, Avrupa dillerinden de öğrenmeleri lazımdır, faydalıdır ve sevap kazandıran çok işlere sebep olabilir. Avrupalıların asırlardan beri bize yabancı gözü ile bakmalarını, milliyet hissinden ziyade, İslâm dinini bilmemelerinde aramak doğrudur. Hıristiyanlıkta akla uygun bir esas kalmadığı için, Avrupa’da, din birliği ölmüş, bunun yerine milliyet hissi doğmuştur.
Sual: İnsanların zekâlarını ölçme işini, Müslümanlar da yapmışlar mıdır?
CEVAP
İnsanların zekâları eşit değildir. Zekânın en üstün derecesine Deha denir. Zekâ, test usulü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman; “Test usulü ile zekâ ölçmesi, ilk olarak Osmanlılarda yapıldı” diyor.
Osmanlı orduları Avrupa’da ilerliyor, Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupa’nın Müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar, Avrupa’ya İslâm medeniyetini getiriyor, ilim, fen, ahlak nurları, Hristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzur, saadet saçıyordu. Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyen, barbarlaşan Avrupa, İslâm adaleti, İslâm ilimleri, İslâm ahlakı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle Hristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya tarihî mektubunu yolladı.
“Buldum, buldum! Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldum” diyor ve şöyle yazıyordu:
“Osmanlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekâlarını ölçüyor, ileri zekâlıları ayırarak, medreselerde okutup, İslâm terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmanlı siyaset adamları, başkumandanları, böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekâlı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler, böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, Hristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içeriden yıkmaktır...”
Bu mektuptan sonra, İngiltere’de Müstemlekeler Nezareti kuruldu. Burada yetiştirilen casuslar ve Hristiyan misyonerleri, yalan propaganda ve yaldızlı vaatlerle avladıkları cahilleri Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeye, bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlak derslerini, hatta, yüksek din bilgilerini kaldırmaya, Müslümanları cahil bırakmaya uğraştılar. Bu sinsi kampanyalarında, Tanzimat'tan sonra tam başarı sağladılar ve böylece Osmanlı devleti yıkıldı.
Sual: Müslümanların zayıf ve güçsüz kalmasına, İslâmiyetten uzaklaşıp, birbirlerine düşmeleri mi sebep olmuştur?
CEVAP
İngilizler, İslâmiyeti yok etmek ve Müslümanları içeriden yıkmak için yetiştirdikleri casuslarını, Müslüman kılığında Müslüman ve bilhassa Osmanlı devletinin içine gönderiyorlardı. Bunlardan birisi de Hempher’dir. Hempher, hatıratında, kendisi gibi Müslüman devletlere gönderilen casuslardan ancak dördünün Londra’ya dönebildiğini anlattıktan sonra diyor ki:
“Sekreter, ilk birkaç raporumdan sonra, dördümüzün raporlarının tetkik edilmesi için, bir toplantı yaptı. Arkadaşlarım, vazifeleriyle alakalı raporlarını teslim ettikten sonra, ben de raporumu verdim. Benimkinden bazı kısımlarını not ettiler. Nazır, sekreter ve toplantıya katılanların bir kısmı, çalışmalarımı takdir ettiler. Fakat, yine de üçüncü sıradaydım. Birinciliği arkadaşım George Belcoude, ikinciliği ise Henry Franse kazanmıştı.
Türkçe ve Arabi lisanları ile Kur'ân-ı kerim ve ahkam-ı islâmiyyeyi çok iyi öğrenmiştim. Fakat, nazırlığa Osmanlı Devletinin zayıf noktalarını gösterecek bir rapor hazırlamayı başaramamıştım. İki saat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın sebebini sordu. Ben de;
-Asıl vazifem lisan ile Kur'ân ve İslâmiyeti öğrenmekti. Bunun haricindeki işlere fazla vakit ayıramadım. Fakat, bu sefer sizi memnun edeceğim dedim. Sekreter;
-Şüphesiz sen muvaffak oluyorsun. Fakat, birinci olmanı isterdim dedi ve şöyle devam etti:
-Ey Hempher, gelecek seferki vazifen ikidir:
1- Müslümanların zayıf noktaları ile, onların vücutlarına girip, mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tespit etmektir. Zaten, düşmanı yenmenin yolu da budur.
2- Bu noktaları tespit edip, dediğimi yaptığın zaman yani Müslümanların arasını açıp, onları birbirine düşürebildiğin zaman en başarılı ajan olacak ve nazırlık madalyasını kazanmış olacaksın.”